17.12.2014

.

Hiç görmediğim ve tanımadığım birini sevebileceğimi ben çok küçük yaşta öğrendim. Sadece fotoğrafına bakarak, onu anlatanları dinleyerek ve bir kasetteki kısa süreli ses kaydını dinleyerek bir insanı çok küçük yaşımda sevdim.

Rabbim hiç görmediğim ve hep merak ettiğim abimi aramızdan alalı 23 sene geçmiş. Her 17 aralık günü fotoğrafına bakıp keşke tanısaydım, keşke seninle oynasaydım, keşke en zayıf anımda beni koruyup kollayacağını bilseydim ve keşke hep birlikte olsaydık diyorum.

Allah'ım nolur bizi ahiret hayatında birlikte eyle. Ben O'nu tanımayı o kadar çok istiyorum ki nolur bana O'nunla birlikte cennette buluşabilme imkanı ver.

17.11.2014

Trende 4

(11.25)
Mikail de benim kadar kararsız sanırım şu ara. Yola çıktığımızdan bu yana 30 dakika geçti ve ilk başta sisli ve korkutucu olan hava bi anda yazdan kalma günleri taklit etmeye başladı.


Bozkırda hayat sakin ve sönük. Ağaçlar yapraklarını dökmekte, bahçeler bozulmuş ama yeni sene için sürülmemiş henüz. Bazı tarlalarda işçiler gözüküyor. Bu mevsimde olsa olsa pancar söküyorlardır. Allah yardımcıları olsun.


Geniş düzlüklerin sonunda birkaç yükselti ilişiyor gözlere. Sivrihisar'a yaklaşmış olmalıyız, kayalıklar gözüküyor.


2.5 yılı geçkin süredir aşinası olduğum bu yollarda her seferinde yeni bir şey görecekmiş gibi dışarıyı izlemeye bayılıyorum. Kulaklığımı sırt çantama sırt çantamı da yukarı koyduğum için müzik dinleyemeyerek izliyorum bu kez etrafı. Trenin sesi ve vagondaki bi amcanın belki de sigara yüzünden deforme olmuş sesi birbirine karışıyor. Ara sıra bir bebek mızırdanıyor, annesi onu susturmak için elinden geleni yapıyor. Ve tren olanca hızıyla almaya devam ediyor yolunu.

(11.35)

29.10.2014

Batarken Güneş

"Güneşin batışındadır doğaya verdiğim değer."

Günün en huzurlu ânı. Nefes alıp verdiğime en çok şükrettiğim anlardan. Hele bir de hava güzel ve keyfim yerindeyse...

Uzun zamandır buraya yazmadığımı fark ettim ve sırf bu yazıyı paylaşabilmek için bir şeyler karalamak istedim ama nafile içimde yazmaya yönelik duygularda bir sorun olduğunu hissettim, anlamlı bir şekilde dökülemiyor kelimeler parmak uçlarıma. Olsun sırf siz bu resmi görün diye ben zırvalıyorum işte böyle biraz burada, katlanırsınız artık benim şu deli saçmalarıma biraz daha.

Yazmak çok güzel bir şey, yazma yetimi kaybetmekten çok korkuyorum, yazmadıkça içimdeki deli daha çok çıldırıyor. Yazmak nefes almak gibi. Ve ben boğuluyorum artık nefes alamadığım için. Eskisi gibi saçmalamak ve yine çok yazmak, yazıp yazıp silmek acaba şöyle mi desem böyle mi yazsam demek istiyorum. Ne olur yazmamı sağlayan hislerim beni koyup koyup gitmeyin!

Fotoğraf: Ankara Gençlik Parkı 26.10.2014

4.10.2014

Bayram Sabahı

Bu kaçıncı bayram abimsiz geçen ben artık sayamıyorum. O kadar özledim ki artık hıçkırıklar düğümlenemiyor boğazımda. Her bayram gülen yüzümün altında bir burukluk gizli aslında. Kavuşmak olmasa özlemezdim deyip teselli buluyor ve geri döneceği günü sabırsızlıkla bekliyorum.


Posted via Blogaway

10.09.2014

Küçük Prens'ten

“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki.
“İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”

“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.

“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”

Ertesi gün küçük prens yine geldi.

“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim. Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”

“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. 
“Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil
yapamayacaktım.”

Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde:

“Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.
“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedin.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”

“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde,
sana hediye olarak bir sır vereceğim.”

Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.

“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara.

“Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”

Güller bu duyduklarına çok bozuldular.

"Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”

Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.

“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de.

“Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.

“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir.
dedi.

“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.

“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.

28.08.2014

Toplum Eleştirisi

"Evet en doğru benim. Kendi düşüncemden daha doğrusu asla olmadı olamaz da. Onlar kim ki benden daha doğru düşünsün? Mutlak bir doğru varsa o da benim doğrum ve istediğim şekilde karşımdakileri küçümseyebilirim. Benimle aynı şekilde düşünmedikleri için onlara istediğim hakaretleri edebilirim; sonuçta onların benimki gibi mükemmel işleyen bir beyinleri yok ki benim kadar doğru fikirlere sahip olabilsinler. Benim okuduğum okul gibi kaliteli bir okulda mı okudular sanki? Ya da benim okuduğum kitapları onlar bırak okumayı adını bile söyleyemez."

Şeklinde uzayıp gidebilecek narsist benliği doruklara ulaşmış, bu tarz cümleleri kurmakta beis görmeyen insan topluluklarından nefret ediyorum. İnsanoğlu neden bu kadar kendini bir şey sanıp başkalarını her zaman küçük düşürme gayretinde olur ki? Keşke çoğu insanlar kendinin mutlak doğru olmadığını ve olamayacağını idrak edebilse de hayat daha yaşanabilir hale gelse.

Bir anlık hezeyanımdır. Saygılar.

Posted via Blogaway


Posted via Blogaway

3.07.2014

Tefekkür/ Akletmek.

Kur'an-ı Kerim'de 49 kere akletmek kelimesi geçiyormuş. Yüce Rabbim pek çok kez biz kullarına akletmekten bahsediyor ve biz hâlâ akletmekten aciz bir şekilde hayatımıza devam ediyoruz.

Minarelerden sabahı ezanı yükselirken balkona çıkıp caddenin sessizliğinde sabah ezanının yankısını dinledim az evvel. Tefekkür için muazzam bir ortamdı. Yıldızları izlemeyi oldum olası severim. Eskiden yıldızlara bakıp çocukça hayaller kurarken şimdi Rabbimin güzelliğini görmek için bakıyorum yıldızlara.

Biz insanoğlu kendimize nankörlük edene bir daha yüzümüzü bile çevirmezken Rabbim ne kadar merhametli! Biz O'nun sonsuz nimetleri için sonsuz teşekkür ve tefekkür etmemiz gerekirken yapmamız gereken ibadetlere bile yüz çevirirken, Rabbimize sayısız nankörlük ederken O hâlâ bizim rızkımızı veriyor ve bizi görüp gözetiyor. Ve biz hâlâ Rabbimize nankörlük etmekten geri durmuyoruz.

Yıldızlar ne kadar güzel değil mi? Onları ve biz nankör insanoğlunu yaratan Rabbimin güzelliğinden başka bir şey değil aslında gördüğümüz lakin bunu idrak edebilecek durumda değiliz. İdrak etmek şöyle dursun akletmiyoruz bile.
Tefekkür edebilmek, Rabbimize nankörlük etmek yerine akledebilmek dileği ve duasıyla hayırlı Ramazanlar diliyorum.


29.05.2014

Trende 3 / Tefekkür

Doğanın uyanışına şahit olmak, hayatı yaşamak nasip oldu şu son iki ayda. Nerdeyse 45 gün kadar aynı yolu gidip gelince Allah'ın Hayy isminin tecellisine şahit olma imkânı buldum. Kışın kuruyan, çorak toprakların yeşile bezenip ürünlerin yetiştiğini görmek çok güzel bir şey. Elhamdulillah.


Posted via Blogaway

19.05.2014

Feride'nin Kamuran'a Veda Mektubu

Yolun açık olsun…
Ben bunu ilk kez yürekten söyledim. 
Ve ben bunu ilk kez böyle yürekten söyleyince;
“yolun açık olsun”
Bir dua niteliği kazandı. 
Kalbim barıştı seninle böylece
Herkes ettiğini bulur; 
ben de, sen de… 
Bu hep böyle. 



Ne çıkar ben bir kapıyı açsam…
Açmasam ne çıkar?.. Çarpıp gitsem?
Ardındaki odalar çoktan yitmiş,
Kapılar yansa, ne çıkar…  



Benim şu hayatta yaptığım en iyi ikinci iş;
-ki beni bilirsin kendimle ilgili çok hoş düşüncelerim yoktur
benim şu hayatta yaptığım en akıllıca iş;
Oltamın ucuna, uçurtma takıp
Gökyüzü avlamaktır. 



Benim şu hayatta yaptığım en iyi sonuncu iş;
Kafamı duvarlara çarpıp çarpıp,
nihayet anlamaktır.
Diyeceğim o ki; 
Kan revan bir ahmaklıktır… 

Benim şu hayatta yaptığım en iyi üçüncü iş.

Ne çıkar sarsan yaramı ?
Sarmasan, öldürsen ne çıkar…
Ben çoktan tükürmüşüm ciğerimi. 
Nefes olsan, ne çıkar… 



Benim şu hayatta yaptığım en berbat doksansekizinci iş;
Almak seni. Çoğaltmak. Kendime katmaktır…
Benim şu hayatta yaptığım en berbat doksandokuzuncu iş;
Tutup seni düşlerime yakıştırmaktır…



Ne çıkar rüyalarıma girsen?..
Rüyalarımdan gitsen ne çıkar?
Ben çoktan ağlamışım gözlerimi… 
-görmüyorum artık seni
Sen var olsan ne çıkar, olmasan ne çıkar.


BıÇaKiziKırMıZı: bu da böyle bi ZİYanımdır edip abim, güzel abim bi...:


meğerse dizi için yazılmamış, zaten olan bir yazıymış)

17.05.2014

Unuturuz

Unutmayacağız, unutturmayacağız diye söylüyoruz günlerdir. İnsanız, nisyandan gelir ya adımız, unuturuz elbet bunu da unuturuz öncekileri unuttuğumuz gibi. Unutmamak değil belki ama hatırlamak mümkün. Annesinin ellerinden tutmuş, babasızlığı gözlerinden okunan bir yetimin çaresizliğini görünce, hatırlarız. Sonra yine unuturuz, nisyan bizim göbek adımız, ara sıra hatırlatacak bir şeyler görürsek ne âlâ. Acının yıldönümlerinde ortaya çıkıp konuşur siyasîler, pişkince, hayasızca. O zaman yine hatırlarız; ama gün gelir hatırlatan şeyleri de unuturuz artık. Eninde sonunda unuturuz. Nisyan göbek adımız bizim.

26.03.2014

Trende 2

Bir anons: Trende sigara içmeyin. Beni alıp çocukluğuma götürüyor birden.

Eski trenler ve İstanbul'a yolculuklarımız geliyor yine aklıma. Oturmaktan sıkılınca ya da çişim gelince kalkıp iki vagon arasına gidiyorum, trenin kapısını açmış iki kocaman abi sigaralarını tüttürüyorlar, saçları sakalları birbirine karışmış. Gülümsüyorlar bana sigaradan sararmış dişlerini göstererek. Farkında olmadan ben de gülümsüyorum, ön iki dişim düşmüş oldukları için komik gözükeceğim aklıma bile gelmiyor. Abimden de kocaman olduklarına göre üniversiteli olmalılar vay be ne kadar büyükler diyorum, hiç büyümeyecek gibi hissediyorum. Yılların geçip de onların yaşına geleceğim zamana inanmak istemiyorum nedense.

Şu ana dönüyorum tekrar, annesinin elinden tutmuş en fazla dört yaşında bir kız çocuğu geçiyor yanımdan o kadar güzel ki ona bakarken farkında olmadan gülümsüyorum, o da o güzelliğine güzellik katacak bir gülümsemeyle karşılık veriyor bana. Mutlu oluyorum daha doğrusu mutluluğuma mutluluk ekleniyor, ufacık bir çocuğun gülümsemesine şahit olmak bu dünyadaki en güzel şeylerden biri olsa gerek.

Bu kez eve dönüşümü sosyal medyada reklam yapmama niyetindeyim ama yine de tren yolculuğunda buraya yazı yazmak hoşuma gitmişti geçen sefer. Yaklaşık yirmi dakika sonra bir anons daha gelecek: Dear passengers we are about to arrive at Eskişehir. Niyeyse İngilizcesini yazmak istedim.

Eve dönüyor olmak huzur veriyor.

24.03.2014

Léon & Mathilda




Mathilda: I don't wanna lose you, Léon. 
Léon: You're not going to lose me. You've given me a taste for life. I wanna be happy. Sleep in a bed, have roots. And you'll never be alone again, Mathilda. Please, go now, baby, go. Calm down, go now, go. 
Léon: I love you, Mathilda
Mathilda: i love you, too Léon.

18.03.2014

Çok zulüm işleniyor bu gezegende.*

  •          Birisinin gizini araştırmak bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
  •          Her sınır tanımama bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
  •          İnsanlar insanların dedikodularını yaparak onların manevi kişiliklerini öldürüyor. Bir insanın kişiliğini öldürmek bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
  •          Birisinin hatasından başkasını sorumlu tutmak bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
  •          Takdir edilecek bir davranışı nefsin tenkit etmesi bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
  •          Akla kapı açmak yerine bir insanın irade ve ihtiyarını elinden almak bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
  •          “Senin imanının derecesini ben bilirim.” demek bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
  •          Haddini bilmemek, özel hayatları rencide etmek bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.
  •          Kâinatın Rabbi yerine bir insanı anmak, O’nun her bir esmasına bir zulümdür. Ve O’nun esması sonsuz olduğuna göre, sonsuz bir zulümdür. Sonsuz zulümler işleniyor bu gezegende.

*Mustafa Ulusoy'un Yakınlık isimli eserinden alınmıştır.


6.03.2014

Yalan söylemeyi hiç beceremem. Ne zaman yalan söylemeye kalksam elime yüzüme bulaştırır, söyleyemem. Belki de bu yüzden bana söylenen yalanları anlayamadım hiçbir zaman. Belki de en çok yalan söylemeyeceğini umduğum kişiler bana yalan söyleyince anlayamaz hale geldim.

Bu kadar da saf olunur mu diyorum çoğu kez kendime, olunuyormuş deyip susup kalıyorum. Şaşkınlık ve kırgınlıklarımı içime atıp kalbimin bir kez daha yalnızlaşmasına göz yumuyorum sadece.

23.02.2014

Trende

Güneşli bir öğle sonrası. Bozkırda 250 km ye varan bir hızla yol alan trendeyim. Bir ayı geçen tatilden sonra Ankara'ya dönüyorum. Artık alıştım gitmelere. Bir ay sonra geri gelecek olmanın verdiği rahatlıktan mıdır nedir üzülmüyorum bu kez. Kendimi dinlemek adına müzik dinlemiyorum bugün. Etrafı izleyip saate bakıp vakit geçiriyorum. Tek tük ağaçlar, bir sürü çalılar ve geniş düzlükler. Polatlı'ya geldik bile trene bineli 40 dakika ancak oldu.

Güzel teknoloji bu hızlı trenler, ama daha önce yazdığım gibi eskisi kadar zevkli değil tren yolculukları.

İyice asosyalleştiğim bu tatilden sonra insan içine çıkmaya çok korkuyorum hele sınav sonuçlarını konuşmak zorunda kalacağım insanları görmemek için elimden geleni yapacağım.

Tünelden geçtik az önce. Çocukken çok korkardım, heyecanlanırdım. İstanbul yolunda çok tünel vardı. Ankara'ya giderken en fazla 3 tünel geçiyoruz.

Geniş düzlükler, yeşermeye yüz tutan tarlalar. Ara sıra birkaç ağaç ve birkaç koyun sürüsü. Geçiyor yolum bozkırdan ama denize çıkmayacak sokaklar. Ankara'da Kurtuluş Parkı'ndaki sudan başka görebileceğim çok bi su varlığı da yok zaten.

Polatlı'yı geçtik ben bu yazıyı yazarken. Geniş sarı bazen yeşil düzlükler arasında ilerlerken zaman da geçip gidiyor işte ...

22.02.2014

Defter

1.) Bitmişti. Yaklaşık yarım yıldır kitaplardan beğendiği sözleri yazdığı defteri bitmişti. Kendini bir an boşlukta hissetti. Şimdi bir karar vermesi gerekiyordu. Ya defteri bir kez okuyup sonrasında bir kenara kaldıracaktı ya da başkalarının da okumasını sağlayacaktı; ama bu başkaları hiç tanımadığı kişiler olmalıydı. Sanki tanıdığı biri okursa onunla dalga geçecekti. Evet evet kesinlikle tanımadığı biri okumalıydı. 

Defterin boş bıraktığı ilk sayfasına yapmak istediği şeyi anlatan bir yazı yazmak üzere en sevdiği ve bu defteri doldururken en çok kullandığı yeşil kalemini eline aldı ve başladı yazmaya.

"Bu defteri bulduğunda bir kenara bırakmak isteyebilirsin ama bu yazıyı okumaya başladıysan lütfen okuduktan sonra bırak. Bu defter aylardır okuduğum her kitapta kendimi bulduğum satırlardan oluştu ve bu satırlar unutulmamak üzere bu defterde kaleme alındı. Bu satırların benimkinden başka da etkileyebileceği yüreklerin olduğu düşüncesiyle bu banka bıraktım kıymetli defterimi. Şimdi karar verme sırası sende sonuna kadar okuyabileceksen öyle al bu defteri ve bitirdiğinde lütfen yine bir banka bırak. Vakit ayırdığın için teşekkürler."

2.) Uzun zamandır sahilde yürüyordu, yorulduğunu hissetmeye başlamıştı. Derin bir nefes aldı denize bakarak sonra içini çekti dertli bir şekilde. En yakındaki banka oturmak için yürümeye devam etti. Banka oturup denizi seyretmeye devam ederken fark etti oracıktaki defteri, etrafına bakındı unutan kim ki diyerek. Kimse yoktu. Açtı defteri giriş yazısını okumaya koyuldu. Muntazam bir yazıydı. "İnsanlar ne güzel yazıyor be, benim yazım kargacık burgacık" diye hayıflandı. Yeşil bir kalemle yazılmıştı, en sevdiği renkti yeşil. İlgisini çekti defter. İşten çıkarıldığı için bol vakti vardı nasılsa, rahatlıkla okuyabilirdi bu defteri.  Birisinin sırlarına ortaklık ediyormuş gibi hissetti. Beğendiği sözleri o da yazıyordu ara sıra ama hiç düzenlememişti o notlarını, bir o defterine yazardı bir başka defterine bazen de telefonuna not ederdi. “Vay be! Ne güzel düşünmüş bunu yazan.” Dedi ve eve gidince kendi notlarını toparlamayı düşündü.

Defterde yazılan ilk kitap Ömer Hayyam Rubailer idi. Hayyam’ın rubailerini çok severdi. Divan Edebiyatına az çok ilgisi vardı. Gerçi edebiyata ilgisi vardı sadece Divan Edebiyatı diyerek sınırlandıramazdı. 
“Dostunu erkekçe seven kişi
Pervane gibi özler ateşi;
Sevip de yanmaktan kaçanların
Masal anlatmaktır bütün işi.”
“Aa! En sevdiğim rubailerden biri.” Dedi şaşkın bir şekilde. Birdenbire bu defterin karşısına tesadüfen çıkmadığını düşündü. Sonra aklına “Tesadüf diye bir şey yoktur olsa olsa tevafuktur cancağızım.” diyen en yakın dostu geldi. Şimdi burada olsa yine başlardı “tevafuktur tevafuk” demeye. Lise yıllarından beri hiç ayrılmadığı bu arkadaşı son birkaç yıldır kendisini dine ve tasavvufa vermişti. Hayranlıkla dinlerdi onun konuşmalarını, kendisi çocukluğundan beri dini konularda zayıf olduğu pek bir şey bilmediği ve hatta öğrenme ihtiyacı hissetmediği için arkadaşındaki bu değişime ilk başta anlam verememişti. Sonra onun gittikçe güzel şeylerden bahsedip güzel şeyler yaptığını görünce arkadaşına “Boş ver hayatını yaşa n'apacaksın dinle falan ilgilenip” demekten vazgeçti. Neyse arkadaşı haklı olmalıydı kesinlikle tesadüf diye bir şey yoktu. Tam olarak ne olduğunu bilmediği tevafuk denen şey olmalıydı bu. Defteri okumaya devam ediyordu. İkinci kitap geçen hafta aldığı Haydar Ergülen’in Hafız ile Semender’iydi. Kitabı okumadan bu kitaptan alıntıları okumak istemedi. Üçüncü kitap eskiden zevkle okuduğu artık nedense okuyamaz hale geldiği Elif Şafak’tan Bit Palas’tı. Okumuştu bu kitabı. Başından sonuna kadar büyük zevkle okuyup sonunu beğenmediği bu kitaptan o da sözler not etmişti. Eve gidip o sözlerle karşılaştırarak okumak istedi. Hava kararmıştı zaten, saatine baktı tam üç saattir o bankta oturuyordu farkında değildi.

3.) Defteri bıraktığı banka geri dönüp onu almak istedi. Niye bıraktım ki diye hayıflanıyordu. Yıllarca o kadar kitap okuyup onları unutmamak adına notlar aldığı defterini niye gidip bir banka bırakır ki insan diye kendine çekişip durdu. Birisi gelip onu okusa yine iyi ya kedi köpek zarar verirse diye düşünmeden edemedi. “Dayanamayacağım gidip geri alacağım defterimi, kimse okumasın sadece bana özel kalsın madem.” Dedi ve gitti banka uzaktan baktığında geniş omuzlu, siyah saçları rüzgarda dalgalanan bir adamın elinde gördü defterini, gidip istesem çok mu ayıp olur diye düşünürken adam ayağa kalktı elinde defterle gidiyordu, yüzünü görememişti. “Neyse bakalım artık defterimden umudu kesmenin vakti geldi” diyerek evine döndü.

4.) Eve dönerken atıştırmalık bir şeyler aldı. Çok aç sayılmazdı, son günlerde iştahı epey kapanmıştı zaten. Aldıklarını yedikten sonra güzel bir kahve yaptı kendisine en bol köpüklüsünden. Yıllardır aksatmadığı tek alışkanlığı buydu. Akşamları dokuz olmadan önce sade Türk kahvesi yapıp içecekti illa ki. İyice ustalaşmıştı kahve yapmada, evlenip güzel bir kadının elinden içme vaktinin geldiğini söylerdi annesi ara sıra memleketten yanına geldiğinde. “Tabii annecim o da olacak elbet.” der geçiştirirdi annesini. Kahvesini içtikten sonra merakla dosyalarını karıştırdı, Bit Palas ile ilgili tuttuğu notları bulunca da defteri de eline alıp okumaya başladı. Bir iki derken sayfalar ilerledikçe şaşkınlığı giderek artıyordu. Alıntıladıkları tüm sözler aynıydı. İki insan aynı kitabın aynı sözlerini beğenir miydi? Elbet beğenirdi ama bugün için bu kadar tesadüf pardon tevafuk fazlaydı. Eğer en çok etkilendiği sözü de yazdıysa ruh ikizini bulduğuna inanacaktı.

“İki türlü yaşanır hayat eğer bir şeye benzeyecekse. Ya kendini yok edeceksin hayatın içinde, ya da hayatı yok edeceksin kendinde.”

Lise son sınıftaydı o kitabı okuduğunda yıl 2004, üniversite üçüncü sınıftaki ablası tatile geldiğinde okuyordu Bit Palas’ı. “Bitirince sana vereyim sen de oku” kadın değişik yazmış seversin sen böyle şeyleri demişti. Çocukluğundan beri okumak en büyük tutkusuydu. Ailesi sayısal seçmediği için amma içerlemişti ablası sayısal seçmiş üniversiteyi ikinci senesinde zorla kazanmış endüstri mühendisliği okuyordu da n'olmuştu sanki? Ben sayısal seçmeyeceğim diye diretmişti inatla, ne halin varsa gör demişti artık ailesi. Fizikten nefret ederken ne gerek vardı boşuna uğraşmasına. Edebiyat okumak istiyordu o. Şiirler yazmak, geçmişin gizemli dünyasında edebiyatı koklamak istiyordu o. Sözel seçmişti ailesiyle birçok kavganın ardından ve artık son sınıftaydı. Üniversite sınavına hazırlanıyordu, parlak bir öğrenciydi. Ailesinin durumu orta halliydi şehir dışında ablasını okutup onu dersaneye göndermeye paralarının yetmeyeceğinin farkındaydı. Okulunda öğrendikleriyle çalışıyordu sadece ama tüm öğretmenleri onun parlak zekasına hayrandı, hepsi ileride iyi bir yere geleceğinden emindi. Bit Palas’ı okumaya başlamıştı sınava birkaç hafta kala. Soluksuz bir şekilde okuyarak bir günde bitirdi kitabı, altını çize çize kitaptan notlar ala ala. İşte o söz o günden beri hayat felsefesi olmuştu. Kocaman yazıp duvarına astı, test kitaplarının ilk sayfalarına not etti. “Vay be!” dedi. Defteri yazan kişi de demek bu sözü beğenmiş. Devam etti notları karşılaştırmaya.


5.) Eve döndüğünden beri aklı defterini alan o geniş omuzlu siyah saçlı adamdaydı. Defterini okuyup onu küçümser miydi diye düşünüp duruyordu. Yeni bir kitap okumaya başlayacaktı birden aklına defterinin onunla olmadığı geldi. En kısa zamanda yeni bir defter almalıydı. Birden kendisini yorgun hissetti. En iyisi erken uyuyayım bu gece diyerek yatağına uzandı aklı hala o adamdaydı.

Zili kim böyle ısrarla çalıyor olabilirdi? İsteksizce kalktı, açmadan önce delikten kontrol etti kapıyı. Defterini yüzüne tutmuş biri vardı, o adamdı. Tam kapıyı açacakken telefonunun alarm sesini duydu birden. Uyanmıştı, rüyasında görmüş demek ki o adamı bu seferde. Artık düşünmemeliyim defteri de o adamı da diyerek kalkıp banyoya gitti.


6.) Bunu yazan kişi kim bilir kaç ayını hatta yılını vermişti. Oysa ben hepsini sadece bir gecede okudum diye düşündü. Adını bile duymadığı birkaç yazarın kitaplarına dair notları okurken kendinden çok utanmıştı. Bu kadar güzel eserleri okuyamadım diye. Uykusuz kalmıştı ama değmişti uykusuzluğuna.

"İnsan sevdiği bir kitabı bitirince ondan ayrılıyormuş gibi hüzün düşer içine. Kitabın sayfalarını tekrar karıştırıyorum. Altını çizdiğim yerleri bir kez daha okuyorum. Ondan ayrılmak istemiyorum."  aynı bu alıntıdaki gibi hissediyordu. 

Uykusuzdu; ama nasıl olsa gitmesi gereken bir işi yoktu. Biraz uyuyup kendine geldikten sonra iş bakmak için dışarı çıkacaktı. Uyuduğunda kelimelerin onu çevrelediğini gördü rüyasında. Kitaplardan oluşmuş bir yolda yürüyordu ve her damlası kelimelerden oluşan bir yağmur yağıyordu. Kendine değen her kelimede biraz daha ferahladığını hissediyordu. Yolda ilerledikçe bir kadına yaklaşıyordu Kahverengi saçları beline yaklaşmış, orta boylu, zayıf bir kadına yaklaşıyordu. Kadının yüzünü merak etmişti, tam ona dokunup yüzüne bakacakken telefonu çaldığı için uyandı. Hadi be! diye sitem ederek uyandı. 

7.) İşe geç kalmayacaktı bugün sonunda. Yeni güne enerjik bir şekilde uyanmıştı uzun zamandan sonra. Kahvaltı keyfi bile yapmıştı. Penceresini açtı, kışın son günlerinde bu kadar güzel havayı fırsat bilen kuşlar güzel güzel ötüyorlardı. İçine derin bir nefes çektikten sonra giyinmek için gardırobun karşısına geçti. Arkadaşlarıyla alışverişe çıktıkları bir gün onların ısrarlarına dayanamayarak aldığı ama hiç giymeye cesaret edemediği nar çiçeği renkli peplum elbisesini giydi. Bugün bambaşka bir özgüven hissi vardı içinde. Başarılı bir editördü. Yaptıkları herkes tarafından takdir ediliyordu. Çocukluğundan beri hiç başarısız olmamıştı zaten. Sınıfın en başarılı öğrencisi, ailenin en başarılı ferdi. Başarısızlık kelimesi onun hayatına hiç uğramamıştı sanki. Yani iş ve kariyer anlamında. Yoksa gönül işlerinde bir başarıdan söz edilecekse o en sonuncu olurdu başarı konusunda. Nasıl bu kadar şanssız olabiliyordu anlam veremiyordu. Bir kez yaşadığı hüsrandan sonra kalbini tüm karşı cinse kapatmıştı gerçi; ama bir kez hüsran yaşaması bile onun için en kötü şey demekti.

8.) Arkadaşı arıyordu, ona bir editör yardımcılığı işi bulmuştu. İki saat içinde hazır olup verdiği adreste buluşurlarsa işi almaması için hiçbir engel yoktu. Heyecanlandı bir anda. Hemen güzel bir duş alıp, tıraşını olduktan sonra iş görüşmelerine giderken giydiği takım elbisesini giydi. Hiç sevmezdi böyle klasik giyinmeyi, oysa ablasının dediğine göre takım elbise giyinince dünyanın en yakışıklısı oluyordu. Annesi benim oğlum zaten dünyanın en yakışıklısı diye lafa karışırdı hemen. Üniversite mezuniyeti için annesinin aldığı kravatı taktı, bu iş görüşmesinden umutluydu ve annesinin aldığı kravatla şansının daha iyi olacağını düşünüyordu. Buluşma yerine vardığında saatine baktı yarım saati vardı daha. İş görüşmesinde karizmatik bir izlenim bırakmak için yanına aldığı iş çantasına evden çıkarken son anda aklına geldiği için koyduğu defteri çıkarttı. Defterin ilk sayfasını açıp, defteri yazan kişinin notunu okudu tekrar. Notu bitirmek üzereyken arkadaşı ve kendisine iş verme ihtimali olan editör gelmişti. Defteri özenle kapatıp masaya bıraktı. Kadın güler yüzlü hoş biriydi. Kırmızıya benzer bir renkte elbise giymişti. Ablası olsa burada hemen rengin en detaylı ismini söylerdi, tipik kadın detaycılığı işte. Ha kırmızı demişim ha turuncu ne yani diye cevap verirdi o da ablasına. Neyse kafasından bu düşünceleri sıyırıp kadınla selamlaştı. Arkadaşı bir tanıdığı vasıtasıyla tanıştığı editörün bir yardımcıya ihtiyacı olduğunu duyunca ona arkadaşını anlatmış, daha önce yaptıklarından bahsedince editör de bir tanıştırmasını rica etmişti. Gülçin Hanımla sizi tanıştırıp ayrılmam gerekiyor sorun olmaz değil mi diyen arkadaşına ikisinin aynı anda yok, ne sorunu demişti. Gülümsediler birbirlerine sonra kendini tanıttı Kayra. İşin detaylarıyla ilgili konuşmaya başladılar.

9.) Eski bir tanıdığı vasıtasıyla tanıdığı Sinan bir arkadaşından bahsetmişti. Edebiyat fakültesini iyi bir dereceyle bitirmiş. Uzun zamandır çalıştığı dergiden sahipleriyle aralarında oluşan fikir ayrılıkları neticesinde ayrılmak zorunda kalmış, eski işindeki başarısını devam ettirebileceği yeni bir iş arayan Kayra. Bugün öğleden sonra bir buluşma ayarlamasını rica etmişti Sinan'dan öğlene kadar Kayra'nın eski dergisindeki çalışmalarını araştırmıştı internetten. Gayet başarılı bulunca da tanışmaya daha bir istekle gitmişti. Buluşmada Kayra hakkındaki ilk izlenimi gayet olumluydu. Geniş omuzlu siyah saçlı bu adam bir an irkilmesine neden olmuştu sonra saçmalama diyerek kendine gelmişti ama tanışıp iki kahve söyledikten sonra masada fark ettiği defter bir an heyecanlanmasına neden olmuştu. Bu nasıl bir tesadüftü böyle? Kendini tutamayıp defteri gösterip nazik bir sesle "Sizin mi, bakabilir miyim?" demişti. Kayra: "Benim değil, geçen gün ilginç bir şekilde sahilde buldum. Çok hoş, çok etkileyici bir defter. Buyrun siz de inceleyin." deyince kendini çok ama çok iyi hissetmişti. 

Gülçin: Size bir şey söylesem inandırıcı olur mu bilmiyorum ama bu defter bana ait. 
Kayra: (Çok şaşkın, gözleri açılmış bir şekilde.) İnanması çok zor ama inanırım neden inanmayayım, ama çok şaşırdım. Nasıl güzel bir tevafuk bu böyle! 
Gülçin: O gün defteri bıraktıktan sonra sahile dönmüştüm almak için ama sizin elinizde gördüm arkadan, az önce de arkadan görünce sizi acaba o mudur ki demiştim ama hiç ihtimal vermezdim, dünya çok küçük.
Kayra: Oldukça küçük hem de.

Bir süre ikisi de konuşamaz olmuştu. Sonra defteri ve kaderin onlara yaşattığı bu sürprizi konuştuktan sonra işle ilgili konuşup anlaşmaya vardılar. İkisi de o kadar şaşkınlık ve mutluluk içindeydi ki gözlerinin içleri pırıl pırıl parlıyordu. 

10.) Defteri Gülçin'e verdiğinden beri karmaşık duygular içerisindeydi. Defteri okurken ruh ikizini bulduğunu düşünüyordu ve şimdi o ruh ikizi olduğunu düşündüğü kişi patronu olmuştu. Hayat çok ilginçti. 

11.) Kayra.. İlginç bir günde tanıştığı, kibar bir erkek ve yeni yardımcısı. Defteri hakkında söylediği güzel şeyler ona kendisini çok iyi hissettirmişti. Ertesi gün için çok heyecanlıydı.

12.) Sabah erken kalkıp hazırlandı işe giderken. Çiçekçinin önünden geçiyordu yolu, bir an geri dönüp güzel bir buket papatya aldı. Gülçin için güzel bir şey yapmak istiyordu. İlk günden hanım bey dememek üzere anlaşmışlardı. İkisi de resmiyetten hoşlanmıyordu. Sekretere kendini tanıttı ofise girince. Yeni editör yardımcısı hakkında Gülçin sekreteri bilgilendirmişti zaten. Odasını gösterip, yeni işinde başarılar diledikten sonra yerine döndü sekreter. Gülçin'in odasına papatya buketini bırakmak için girdiğinde Gülçin camdan dışarı bakıyordu. Kahverengi beline kadar gelen saçları, orta boyu ve zayıf vücuduyla Kayra'nın rüyasındaki kadının aynısıydı. Kayra ikinci kez şok geçiriyordu. Gülçin'in arkasına dönüp günaydın demesiyle kendine geldi. Sana papatya almıştım, bilmem sever misin diyerek uzattı papatyaları. Gülçin gözlerinin içi gülerek teşekkür etti Kayra'ya.

13.) En sevdiği çiçekler papatyalar olmuştu hep. Arkadaşları ona bu kadar da basit mi derdi hep. Onlar orkide, gül hayalleri kurarken Gülçin bir tek papatya ile mutlu olabilen biriydi. Ve şimdi Kayra ona papatya almıştı. Kendini harika hissediyordu.

14.) Derin bir nefes aldı. İki günde hayatı değişmişti. Çok mutluydu. Öğle yemeğine gider miyiz diye aradı Gülçin'i. Biraz hızlı gittiğinin farkındaydı ama ruh ikiziydi işte bu kadar tevafuk üst üste geliyorsa kesin güzel bir şeyler olacaktı.

Öğle yemeğinde; kendini acayip heyecanlı hissediyordu. 

Kayra: Gülçin, sana biraz anlamsız gelebilir bu ama ben o defteri bulduğumdan beri güzel şeylerle karşılaşıyorum, güzel şeyler yaşıyorum. Ben o defteri okurken bunu yazan kimse benim ruh ikizim olmalı demiştim. Seninle tanıştık ve ben bu dediğimin doğru olduğunu düşünüyorum. Biraz ani olacak ama bize bir şans verir misin? 
Gülçin: (kızarmıştı, heyecanlanmıştı) Kayra, ben de iki gündür yaşadıklarıma anlam veremiyorum, dediğin gibi ben de güzel şeyler yaşıyorum ve bu güzelliklerin devam etmesini diliyorum dedi. Gülümseyerek elini Kayra'ya uzattı ve neden bir şans vermeyelim bize dedi. Arkadaşları ona bu kararından dolayı deli diyebilirdi ama olsun. O kendini mutlu hissediyordu ve böyle hissetmeye devam edeceğini biliyordu. 



20.02.2014

Ben Çocukken

Ben çocukken kışın bittiğini havaların ısınmasından değil annemin yaptığı pazar alışverişinden anlardım. Eylülde son kez alırdı domatesi, salatalığı bir daha kış boyu eve girmezdi o ürünler. Ha çok çok özel bir misafir gelecekse o ayrı. Hormonlu demez alır, kullanırdı.

Kış boyu lahana, pırasa, ıspanak, karnıbahar, turp, havuçtan oluşan pazar alışverişi ne zaman taze soğan, salatalık, domates şekline dönüşürse anlardım ki kış bitti. Hele ki o listenin içinde erik de yer aldı mı tamam artık kıştan eser kalmadı demekti.

Ben çocukken her şey başkaydı sanki. Annem pazar alışverişine beni götürmezdi genelde, çünkü mutlaka bir sürü şey isterdim. Durumumuz çok iyi değildi, alamayacağı şeyler istemezdim ama yine de daha öncelikli şeylerin alınmasını engellerdi benim isteklerim. Annem pazardan dönünce pazar arabasını boşaltıp hesabını kontrol etmesine yardım etmeyi çok severdim. Bir de yeni alınmış meyvelerden bir ikisini kapıp kaçmayı, annem evde önceden alınmış meyve varken yenisini yememe çok kızardı. Ben de onun görmediği bi an alırdım elma ya da mandalin artık her neyse banyoda yıkar öyle yerdim.

Ben çocukken yazın geldiğini kirazdan anlardım, kiraz yiyorsak artık mevsim yazdı. Ve yaz mevsimleri uzundu. Tatildi ve oyun demekti.

Ben çocukken her şey çok güzeldi.

17.02.2014

Tren ve Şiir

Hızlı tren nedir bilmezden evvel tren yolculukları benim en büyük heyecanımdı. İlk tren yolculuğumu 1. sınıfa giderken 20-23 nisan arası bir tarihte yapmıştım. Abim Gebze'de özel bir lisenin sınavına girecekti, yengemin ablası da o ilçede yaşadığı için cümbür cemaat trene binip gitmiştik Gebze'ye. O zamanlar bu kadar lüks değildi trenler. Güvenlik kontrolünden geçmezdik. Ya da ne bileyim şık giyinimli kadın görevliler ilgilenmezdi. Biletimize girişte değil trene bindikten sonra bakılırdı, istersek biletsiz binip sonrasında bilet alabilirdik ama ceza ödeyerek. Bilet bulamazsak, yer olmazsa ayakta bile gidebilirdik babamın dediğine göre. Ama biz bilet bulabilmiştik. Sonra kondüktör dedikleri benim bir türlü söylemeyi beceremediğim bilet kontrol görevlisinin gelmesini beklemiştim heyecanla. Bana bilet almamışlardı, annemle babamın arasında oturuyordum. Babam korkutuyordu "Biletin yok diye seni trenden atacaklar birazdan." diye. İlk tren yolculuğum bu şekilde heyecanla başlamıştı. Tünellerden geçerken kuş gibi çığlıklar atarak heyecanıma heyecan katıyordum.

Sonra arkası kesilmedi tren yolculuklarımın. Her yıl en az bir kez abimin yanına gider olmuştuk. Eskişehir- Gebze arası tren yolunu artık ezberler gibi olmuştum. Gebze'ye bazı gidişlerimizde banliyö treniyle İstanbul'a geçerdik. Onlar da çok zevkli anlardı benim için.

5. sınıfın yazında İzmir'e gittik trenle. Gebze yolculuğundan daha uzun sürmüştü ve elektrikli yerine kömürlü trenle olduğundan daha yavaştı. Çok fazla hatırlamıyorum nedense o tren yolculuğumu.

10.sınıfta Konya'ya tren yolculuğum en sevdiğimdi. Trende kağıt kalemi bırakmadan şiir ve yazı yazmıştım. Rayların üstünde akıp giderken zaman ben sanki ruhumun derinliklerine yol alıyordum. En zevkli yazdığım şiirlerim o tren yolculuğundaydı desem yeridir.

11. sınıftayken nerden esmişti hatırlamıyorum ama İstanbul'a gitmiştik tren seferleri bitmeden önceki son gidişimizdi. O yolculukta şiir yazma teşebbüsüm olmamıştı ama İstanbul'a gitmiş olmak zaten şiir yazma hazzını veriyordu.

O zamandan beri normal trenlere binmedim. Hızlı trenler güzel teknoloji iyi ki varlar ama benim için apayrı bir önemi haiz tren yolculuğunun eski tadı kalmadı artık. Trenin raylar üzerinde aldığı sesi duymak, o ritme kendimi kaptırmak en çok özlediğim şeyler arasında. Ve tabii ki o ritim eşliğinde şiir yazmayı özledim. Şimdi nerdeyse ayda iki kez trene biniyorum ama ben kağıdı kalemi elime alana kadar gideceğim yere varmış oluyoruz bir de hızdan dolayı konsantre olamıyorum yazmaya.

Belki de bunlar bahane benim içimdeki şiir damarı kurudu. Bilemem...

30.01.2014

Hoca Dedem

Rüyamda vefat etmiş bir akrabamı görmeyeli uzun zaman olmuştu. Rüyamda öyle bir akrabamı görünce kendimi hep suçlu hissederim. Acaba yeterince dua edemiyor muyum onun için diye düşünüp üzülürüm.

Bu sabah annem odaları süpürürken uykuyla uyanıklık arasında bir haldeyken rahmetli hoca dedemi gördüm. Babamın babasını. Hoca dedem hafızdı. Yaşlı teyzeler kuzenlerimle bizi görünce Havız Muhiddin'in torunları mısınız siz? Derlerdi. Anlamazdım dedemin havuzla ne alakası olabilirdi. Çocukluk işte. Neyse, çok güzel okurdu Kur'an-ı Kerim'i. Bana Kur'an okumayı öğretmemişti ama abime öğretirken çok komik anları olmuş. Dedem hafız olduğuna Kur'ana bakmadan da takip edebildiğinden gözleri kapalı dinlermiş abimi. Abim de hemen bitireyim çizgi film izleyeyim diye hızlı hızlı okurken yanlış mı okumuş atlamış mı ne yapmışsa artık dedem fark edince kafalarını tokuşturmuş. Ben bunu duyunca çok gülmüştüm.

Dedem gözümde süper kahraman gibi bir şeydi. Elinden her türlü iş gelirdi. Eski, kırık, atalım artık dediğimiz şeyler onun eline geçince tekrar hayat bulurdu sanki.
Rahmetli babaannem öldüğünde 6 yaşındaydım dedemlere gidince orada kalmak için uyuyor taklidi yapardım babam beni gıdıklayıp uyandırırdı. Babaannem öldükten sonra haftasonları gidip dedemle kalırdık. 9 yaşıma kadar onların mahallesindeki Berber İsmet'te kesilirdi saçlarım. Genelde babam götürürdü ama haftasonları dedemle kalmaya başladıktan sonra o götürüyordu. Dedemle mahallede gezmek harikaydı berberden çıktıktan sonra Ferhat Bakkala giderdik. İstediklerimi aldırırdım dedeme. Onunla hayat çok neşeliydi. Bazen bir şeye evet dedim mi evet dedin kaybettin der gülerdi, anlamazdım ama ben de gülerdim.

Dedem öldüğünde yedinci sınıfı bitirmiştim. Ölümün ne olduğunu idrak edebilecek yaştaydım artık. Berat gecesinden bir gün sonra vefat etmişti. Demek bu Berat gecesinde dedem için bir günlük rızkı yazılmış demiştim. Artık çocuk değildim ve anlayabiliyordum dedemin artık bizimle olamayacağını, onunla şakalaşamayacağımızı.

Bugün rüyamda üzgün bir şekilde onu görünce kendimi çok kötü hissettim. Uzun zamandır onunla ilgili bir şey düşünmemiştim. Gerçeğe çok yakın bir rüya olunca da etkisinden çıkamadım. İnşallah hayır olur bu rüyam.

Onu çok özlemişim.

23.01.2014

Kürk Mantosuz Madonna*

              “Maria Puder öyle ölmedi!” Kürk Mantolu Madonna’yı okuyup, hayran kalan şahsım adına çok ilgi çekici bir cümle. Doğan Akhanlı’nın “Madonna’nın Son Hayali” isimli kitabını görüp arka kapağını okuyunca bu kitabı muhakkak okumalıyım dedirten cümle. Aklıma “Nasıl öldü peki zavallı(!) Raif Efendi’nin Maria’sı?” sorusunu getiren cümle.

Sabahattin Ali’nin duru anlatımı, konunun merak uyandıran akışı eseri okuyan herkesi kendisine hayran bırakan etkenlerdendir. Peki, “Kürk Mantosuz Madonna” ile tanıştınız mı? Doğan Akhanlı Maria’ya Sabahattin Ali’nin biçtiği ölüm şeklinden hoşlanmamış olacak ki Maria Puder’in peşine düşmüş ve bu eseri ortaya çıkarmış.

Kitap, Sabahattin Ali’nin ölümünden bahseden bir prologla başlıyor. Beş ana bölümden oluşan kitapta yazar kendisini Sabahattin Ali’nin yerine koyarak Kürk Mantolu Madonna’yı neden ve nasıl yazdığına değiniyor. Maria Puder’e aslında kendisinin aşık olduğunu, geçimini sağlamak için yazacağı eserde bu aşkından bahsetmek istediğini; ancak karısını kırmamak için bu aşkı kendisinin değil de Raif Efendi gibi “lüzumsuz bir adamın” başından geçmiş gibi anlattığını belirtiyor. Almanya’ya gidişi, Almanca öğrenişi, Maria Puderle üç defa karşılaşması bu bölümde anlatılanlar arasında yer alıyor.

İkinci bölümde Akhanlı, çocukluk anılarına, yaşadığı köye dönerek Kürk Mantolu Madonna’yı ilk okuyuşundan bahsediyor. Bu eserin yazar için neden bu kadar önemli olduğunu yine bu bölümde öğreniyoruz. Meğer yazar Maria Puder’in kitapta ismi geçmeyen kızına âşık olmuş ve annesiyle bu kıza “Alma” ismini vermişler.

Kitabın ilerleyen sayfalarında yazar Almanya’da bir tren yolculuğunda Alma adında bir kadınla tanışıyor ve Alma’nın Maria Puder’in kızı, ilk aşkı olan Alma olduğuna kendisini inandırıyor.

Kurgu mu gerçek mi olduğunu kavramakta zorlandığım bir şekilde hayatından bahsederek olayların gelişim sürecini devam ettiriyor yazar. Sayfalar ilerledikçe Maria’nın izine bir adım daha yaklaşan Akhanlı, Yahudilere yapılagelmiş onlarca zulümden bahsetmeyi de ihmal etmiyor.
           
Üçüncü bölüm dışında Maria Puder’den fazla bahsetmeyen yazar bölüm sonunda Berlin sokaklarında “Maria Puder burada otururdu / 28.10.1938’de Polonyaya / sürüldü / kayboldu” yazan bir anıt taşı görünce Maria’nın izini sürebilmek için Alma ile birlikte Varşova’ya gidiyor.

Dördüncü bölümde Polonya’da Maria’nın izini süren Alma ve yazarın yolu Nazi zulmünün dehşet verici tanıkları “toplama kamplarına” düşüyor. Alma ve yazarın çabaları sonuçsuz kalmıyor ve Maria’ya ait “mavi bir deftere” ulaşıyorlar. Alma için hikaye burada biterken yazar yola devam etmek Maria’nın “gerçekten” öldüğü yere kadar iz sürmek istiyor.

Deftere göre Maria Köstence Limanı’ndan kalkan Struma’ya biniyor. Struma, Karadeniz üzerinden Filistin’e gitmesi planlanan lakin bürokratik engellerden ötürü İstanbul açıklarında bir Sovyet denizaltısı tarafından batırılan içinde 103ü çocuk olmak üzere 768 kişinin ölüme terk edildiği gemi. Maria bu gemide geçen günlerini yazdığı “mavi defteri” hamile olduğu için kıyıya çıkmasına izin verilen Rose(Medea Salamovitz) aracılığıyla gemiden kurtarıyor ve hakkında bir iz oluşmasını sağlıyor.

Akhanlı’ya göre Maria Sabahattin Ali’nin ona yakıştırdığı gibi doğum yaparken değil Nazilerin zulmünden kurtulmaya çalışırken 24 Şubat 1942 günü “kürk mantosu” olmadan Karadeniz sularında hayata veda ediyor.  

* Celse Hukuk ve Edebiyat Dergisi Aralık 2013 sayısında yayımlanmıştır.


21.01.2014

Ödünç Kitap Okumam Diyenlere

Çoğu insan kitapların kendilerine ait olmasını ister, kütüphanesinde bulunması için alır kitapları. Ben bu duruma niyeyse tezat oluşturuyorum. Çok nadir kitap satın alıyorum ve onları elimde tutuyorum. Bir kitap bana aitse onu okumayı sürekli erteliyorum. Bir kitabı mümkün olduğunca çabuk bitirebilmem onu ancak ödünç almam kaydıyla mümkün oluyor. Bazen çok merak ettiğim kitapları satın alıyorum ama okuduktan sonra beğendiysem çevremdekilere veriyorum okuması için, çoğu zaman geri dönmüyor ama önemsemiyorum. Kitapların evlerde dolaplarda, raflarda unutulup tozlanmasındansa sürekli el değiştirip okunması taraftarıyım. 
Ödünç kitaba altını çizemediği için karşı olan arkadaşlarım var. Haklılar elbet ama ben kütüphanelerden aldığım kitapların altını çizemesem de en azından beğendiğim cümlelerin başına ve sonuna / işareti koyuyorum kitap bitince de onu en kıymetli dostum olan defterime yazıyorum. Bazen başkalarının altını çizdiği cümleleri okumak da hoşuma gidiyor, beğenirsem onları da not ediyorum defterime.
Demem o ki; bir kitabın bana ait olmasını önemsemiyorum. Ödünç alarak kitap okumaya sıcak bakıyorum.
Kütüphaneleri severim, beğendiğim kitapları bazen vaktim olamadığı için okuyamıyorum ama kütüphaneden alınca geri vermem gerekeceği için kitap okumaya illa ki vakit ayırıyorum ve o kitabı bitiriyorum.
Kütüphane demişken Ankara Hamamönü'nde Mehmet Akif Ersoy Edebiyat Müze Kütüphanesi var. Bu sene henüz oraya gidemedim ama geçen sene vaktim oldukça oraya giderdim. Oradan kitapları ödünç alamıyoruz. Sadece orada okuyabiliyoruz. Bu yüzden bir kitabı bitirmek için uzun vaktimizin orada geçmesi gerekiyor; ama o kadar güzel bir ortamı var ki orada vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyorum. İnşallah gelecek aylarımı orada geçireceğim sıklıkla. Aslında orası benim gizli mekanımdır, arkadaşlarımdan kaçışım için çok güzel bir ortamdı ama artık herkesle paylaşıyorum. Öyle güzel bir mekanın herkesçe bilinmesini isterim.

20.01.2014

Hacı Dedem

Geçen hafta yazacaktım bu yazıyı, sınavlar yüzünden fırsat bulamadım şimdi ancak fırsat buluyorum.
13 Ocak rahmetli dedemin ölüm yıldönümüydü. 9 yıl olmuş vefat edeli. Annemin babası olan dedemden bahsediyorum. Babamın babası "hoca dedem", annemin babası "hacı dedem".
Hacı dedem kendimi bildiğimden öldüğü tarihe kadar sesini çok çok nadir duyduğum dedemdi. Köye her gidişimizde, öncesinde geleceğimizi haber verdiğimiz zamanlarda yani, durağın orada bizi karşılardı. Otobüsten iner inmez O'nun o bir eli bastonda diğeri belinde köy okulunun duvarının orada bekliyor oluşu beni çok mutlu ederdi. Hızlı hızlı yanına gider elini öperdim. Sonra hemen bakkala giderdik.
Evde olduğu zamanlarda genelde sobanın arkasındaki divanında uyuklardı. Yatış şeklini kuzenlerimle taklit etmek çocukluğumun unutamadığım anlarından.
Dedem 1926 doğumluymuş. Atatürk öldüğünde ilk okuldaymış. Dedem keşke ben daha büyükken ölseydi diyorum çoğu zaman. O'nu konuşturmak, tarihle ilgili sohbetler etmek isterdim. Hayat tecrübelerinden faydalanmak isterdim.
Şimdi denk gelen çoğu yaşlıyı konuşturuyorum, onların gözleri dolu bir şekilde geçmişi anlatışları o kadar çok hoşuma gidiyor ki video kameram olsa da kayıt yapabilsem diyorum. Çevremizde o kadar güzel insanlar, konuşacak o kadar güzel konular var ki vaktimizi böyle güzel işlerle değerlendirebilsek...

9.01.2014

Uzun Hikaye Üzerine..

 Vay be dedirten, gözlerimin yaşına neden olan film.

"Ayakkabılar eskir be Ali'm. Her şey eskir. Bak sen, sen hala sevdiğim adamsın. Sen eskime." bu replikle bana o kadar güzel şeyler hissettirdi ki anlatmam mümkün değil.

Filmi bu zamana kadar izlemediğim için duyduğum pişmanlığı kelimelerle ifade etmemin imkanı yok. 

Haksızlığa dayanamayan bir deli(!) adamın hikayesi. Pehlivan Süleyman'ın torunu Bulgaryalı Ali'nin hikayesi. Mustafa Kutlu'nun aynı isimli eserinden uyarlanan film çok güzel kurgulanmış. Kitabını da bir an önce okumayı umut ediyorum.

Filmde beni etkileyen birkaç repliği paylaşarak yazıma son vermek istiyorum, söylenecek çok şey yok. Film çok güzel, en güzel övgüleri hak ediyor sonuna dek.

 "+Yarın öbür gün çok can yakıcan haberin olsun. -Sen annemin canını çok mu yaktın? +Ulen o bizim canımız be."

"Eğer uslu durursa her şeyin düzeleceği söylenerek büyütülen çocukların hayatları boyunca kaybettiklerini artık daha iyi anlıyordum." 

"Ne yani oğlunu tutup böyle meçhule mi fırlatıyorsun?"

"+Hani sen okuduğun hiçbir kitabı yarım bırakmazdın? Hani sonuna kadar giderdin? Şimdi bizi yarım mı bırakacaksın? Sonumuzu merak etmiyor musun? -Sonumuz var mı ki bizim? +Yaşamadan bilemeyiz. Senin hikayeni baban mı yazacak yoksa sen mi yazacaksın? Ayla gel bir uzun hikaye de biz yazalım, okuduğumuz romanlardaki gibi. -Var ya ağzın öyle iyi laf yapıyor ki..." 

"Trenle mi gidiyoruz ki? Tabi, bilmiyo musun bütün hikayeler trenle başlar."

"+Şu Feride'yi kıskandım, çok mu güzeldi? -Çocuktuk, her şey güzeldi."

"+Şimdi bir Uzun Hikaye de biz yazalım mı birlikte? -Ama çok uzun olsun."